Ertuğrul Karslıoğlu Belgeselciliğinin “Görsel Sosyoloji” deki yeri.
Değişen toplumsal yapılarda kalıcı hafıza unsuru olarak belgesel filmler.
Belgeselciler tanrısal güçleri olan insanlardır.( Böyle iddialı bir cümleyle giriş yapalım .:) ) Hatta kanaatimce tanrısal kurguyu alt üst ederler.
“Hafızayı beşer nisyan ile maluldür”derler. Bu cümlenin kaynağını kutsal metinlerden aldığı iddia edilir. İddia odur ki tanrı ya da tanrılar evreni yarattıktan sonra tüm varlıklara kendilerinden bir parça üfleyerek onları yaşamada bir başlarına bırakırlar. Ancak varlıklar yaşadıkları olayları unutamadıkları için evrenden sürekli inlemeler ahlar yükselir. Yükselen seslerden rahatsız olan tanrılar yer yüzüne inip ne olduğunu anlamaya çalışırlar. Varlıklar hatırlamanın dayanılmaz ağılığından bahsedince, bunun üzerine tanrı ya da tanrılar unutmayla canlı cansız tüm varlıkları melül kılmış yani sakatlarlar.
Rivayet böyle. Bu anlatının alt metininde bir iktidar anlatısı vardır.
Mesaj açıktır.
Muktedirler egemenler hiçbir şeyi unutmazlar, tabi olanlar ancak unutarak var olurlar.
İnsan evladı gerek biyolojik gerekse sosyolojik evrimi sayesinde unutmanın çok da yararlı bir şey olmadığını yaşayarak deneyimledi. İşte kayıt almak bu deneyimlerden sonra kıymetli hale gelmiştir. Yazıyla, heykelle, mimariyle, resimle ve sinemayla.
Belgesel film unutmakla malul olan ( sakatlanan) insan hafızasının sağaltımında en önemli araçlardan biridir
1894 yılında beş saniyelik bir görüntüyle başlayan belgesel film ya da belge film anlayışı günümüze kadar devam eder. Amerika’da çekilen görüntüde Fred Ottz’un hapşırığı çekilir. Beş saniyelik çekimin adının konulması içinse aradan otuz iki yıl geçmesi gerekir. John Gierson 1926 yılında bu teknikle çekilen filmleri “Belgesel Film “kavramıyla niteler.
Bu tekniğin ilk nitelikli yapımı diye adlandırılacak belgesel ise 1924 yılında kuzey kutbunda yaşayan bir İnnuit “ailesinin günlük yaşamını anlatan “Nanook of the North” kuzeyli nanook’tur.
Belgesel film özellikle toplumsal hafızanın diri tutulması ve dönüşen ilişkilere (üretim araçları, üretim ilişkileri, üretici güçler, zaman, çevre, mekân) tanıklık edilmesi anlamında önemlidir.
Kapitalist üretim ilişkilerinin teknolojik devrimle hızla dönüşmesi beraberinde insan hareketliliklerinin hızını da artırdı. Öyle ki kavimler göçünden sonra 1800 lü yılların ikinci yarısına kadar koca yaşlı dünyamızda kitlesel hareketlikler buna bağlı olarak yer değiştirmeler sınırlı ve bölgesel düzeydeyken paylaşım savaşlarıyla başlayan döngü bugün artık baş döndürücü hale geldi.
İşte bu hızlı dönüşüm süreçlerinde geçmiş kavramı sorgulanır hatta tüm yaşanmışlıklarına rağmen yeniden kurgulanır oldu. Birçok yerde egemen söylemin tarihi kendileriyle başlatma iddiası bununla bağlantılıdır. Bizden önce olan her şey bir hiçtir. Tarih bizimle başlar.
Egemen anlayış kendi senaryosunu yazarken, geniş toplum kesimleri hikayenin maniple edilmesinden korunmak için belgeye tutundu. Sümer tabletlerinden beri süren hikayenin kısa özeti aslında budur.
Ülkemizde de durum bu anlatıdan bağımsız değil. Özellikle 1980’e kadar yerleşik toplumsal normların ve ilişkilerin olduğu coğrafyamızda 1980/ 24 Ocak kararları her anlamda bir milat oldu. Bu tarihten sonra ülke deyim yerindeyse hallacın pamuğu attığı gibi alt üst edildi.
Ülkenin piyasa kapitalizminin kontrolsüz talanına açıldığı bu dönemde dünyada yaşanan teknoloji devrimine paralel olarak iktidar aygıtı radyo yerine televizyonu kullanmaya başlamıştı.
Ertuğrul Karslıoğlu ve dönem arkadaşlarını belgeselciliği tam bu kırılma dönemine denk düşer. Buna talihin tarihe bir lütfu da diyebiliriz.
O dönemde kamu kurumları tekel olmalarına rağmen halen ilginç bir şekilde kamusal işler yapıyordu. TRT Kurumu da dahil.
Süha Arın, Güner Sarıoğlu ve Ertuğrul Karslıoğlu.
Bu üç isim kamusal yayın anlayışıyla halk bilimi ve toplum biliminin temel ilkelerini esas alarak Anadolu’yu adım adım gezerek Sümer rahiplerinin ya da Nil kenarındaki tapınak katiplerinin kile kazıdıkları gibi toplumsal olayları kameralarıyla kayıt altına alıp geçmiş günümüz ve gelecek arasında sağlam bir bağ kurdular.
Arın ve Sarıoğlu’nun Karslıoğlu ile birlikte anılmasının sebebi. 1995 yılında sinemanın 100. Yılı nedeniyle her ülke sinemasında seçilen en iyi on film arasından Türkiye’de Yüzyılın en iyi üç belgeselcisi olarak seçilmeleridir.
Ladik 76, Kulada Üç Gün, Keçenin Teri. Yönetmenler bu üç belgeselle yukarıda anlattığımız tanrısal kurguyu tersine çevirmişlerdir. Kanaatim odur ki Arın, Sarıoğlu ve Karslıoğlu görsel sosyolojinin temel unsurlarını gözeterek değişen üretim biçimlerini, yok olan mimariyi, mimariyle birlikte dönüşen insanı ve Keçenin Teri’nde teknolojiye yenik düşen üretim araçlarıyla birlikte insan emeğinin başat üretim aracı olmaktan çıkmasıyla beraber yaşanan dönüşümü taşa kazır gibi bir incelikle işlemişlerdir.
Karslıoğu’nun belgesellerinde senaryo yoktur. Akış vardır. Akışı yönetmen kafasında kurgular ve yola çıkar. Akış kısa bir metindir. Senaryodan farkı çekim esnasında her an değişebilmesidir. Çünkü senaryo sınırları belli, baştan sona hareketin, mekânın ve söylemin belli olduğu bir metinken. Akışta her an karşınıza çıkacak bir sürprizle kamerayı başka bir yöne çevirebilirsiniz. Karslıoğlu’nun yönetmenlik öncesi kurguculuk deneyiminin olması onun belgesellerini diğerlerinden ayıran başka bir özelliğidir. Bu sayede Karslıoğlu belgesellerini izlerken hiç anlatım olmasa dahi izleyici her sahnede söylenmek isteneni kendi zihninde iç sesiyle tekrar eder.
Nilüfer Pembecioğlu belgesel için ;” doğası gereği bireysel değil toplumsaldır” der. Bu bağlamda Karslıoğlu belgeselde toplumsal olanı görsel metinler ve kurgular aracılığıyla kayıt altın alarak kuşaklar arasında kültürel miras aktarıcı rolünü üstlenir.
Sekiz bölümlük “Suyla Gelen Kültür”, “Keçenin Teri” yine sekiz bölümlük “Fırat’ın Türküsü” John Gierson’un “ Belgesel fikri , asla bir film fikri değildir. Aksine halkın eğitimi için yeni bir fikirdir.” Sözünü doğrular çekimlerdir.
Çekildiği dönemde televizyonun Anadolu’da yaygınlaşması sayesinde toplumun farklılıklarını görünür kılma anlamında rol oynayan belgeseller, şimdilerde ise nasıl bir toplumsal dönüşüm yaşandı? sorusuna net yanıtlar vermesi anlamında önemlidir.
Geçen yıl Datça’da Muğla Sıtkı Koçman Ün. Kazım Yılmaz Meslek Yüksekokulu öğrencileriyle yaptığımız gösterim ve söyleşide bunu çok net gördük.
( Anekdot anlatımı konusunda hocayla karşılıklı konuşalım)
Önce elektronik ardından dijital teknolojinin gelişimiyle toplumlar birlikte yaşantı deneyimlerini aktarmak için ellerindeki araçları sürekli olarak yenilediler.
Toplumsal hafızanın en önemli kayıtçıları sözlü kültür aktarımcıları iken daha sonra bunun yerini yazılı kültür aktarımcıları devreye girdi. Günümüzde ise artık her şeyin görünür olmasıyla birlikte görsel araçlar baş rolü oynamaktalar.
Alanın diğer bir duayeni olan Andy Gglynne’den alıntılayarak söylersek; “Belgeselcinin amacının gerçeğe sadık kalarak toplumsal olaylar hakkında yorum yapmak ve toplumsal değişimi etkilemektir.”
Karslıoğlu bu amaca sadık kalarak Anadolu’nun yakın tarihini günümüze ve yarına aktarma görevini layıkıyla yerine getirmiştir diye düşünüyorum.
Belgesel sinema aracılığıyla yapılan görsel kayıtları diğer görsellerden ayıran en önemli yan birden fazla duyuya hitap etmesidir. Mekânın ve zamanın insanla olan bağını anlatırken hareketi, sesi, ışığı kullanarak aynı zamanda kalıcı hafızada duygusal öğrenmeyi sağlar.
Karslıoğlu’nun belgeselleri incelendiğinde üretim ilişkileri bağlamında sosyolojik analizler içerecek yapımlar bir başlık altında , mimari doku, mitoloji ve kent kavramlarını işlendiği yapımları ise başka bir başlık altında değerlendirmek sanırım eksik bir ifade olmaz.
İkinci başlıkta değerlendirebileceğimiz. İki örnek; Sonsuzluğa Mühürlenmiş Kentler Mardin-Matera ve Evlerinin önü Stratonikea .
Prof Fatoş Adiloğlu’nun Karslıoğlu belgeselciliğine dair değerlendirmesinde ifade ettiği “ Sinema ve Mimarlık arasındaki yakın ilişki zaman ve mekân üzerine kuruludur “der. Bu ilişkinin iki disiplinin doğasında olduğunu ekleyerek bu belgeselin mimarlık fakültesi öğrencilerine “ Herman herzerbergerin sürekli vurguladığı “kültürel olgusu” ile paralellik kurmaktadır.
Biri zamanı ve mekânı düzenleyen diğeri ise mekânı kutlayan bu iki disiplini belgesellerinde bir araya getiren Karslıoğlu izleyiciye zamandaki süreklilik ve döngüsellik ilişkisini fark etmesi için alan açar.
Evlerinin önü Stratonikea belgeselinde yukarıda bahsedilen tüm unsurları bir araya getirerek mekânı kendi zamanından ana taşıyan bakış açısı anda bulunan izleyicinin geçmiş- şimdi ilişkisi kurmasın izin verir. Kültürel geçişlilik, Kutsal mekânın ve kutsal arsanın kullanımı. Arkeoloji, mimarlık, anropoloji disiplinlerini sosyolojik bir bakış açısıyla ele alan yönetmen seyirciyle kimi zaman göz kimi zaman diz hizasından çoğunlukla onun omzundan bakarak mekânı anlamasına olanak sağlar. Seyirciyi bu sayede izleyen seyreden değil dahil olan özne konumuna yükseltir.
Stratonikea’yı diğer birçok antik kentten ayıran yaşayan bir kent olmasıdır. Binlerce yıldır sokaklarında farklı dillerde seslerin duyulduğu kentin kollektif hafızada edindiği yeri mitolojinin efsunlu varlıkları keçilerle ekrana taşıyan Karslıoğlu’nun kamerası kayıt altın alınmayı bekleyen daha nice anlatılara çevrilmek üzere omzunda. Bizde oradan bakmaya devam edeceğiz.